Bölüm #4 – Mario Puzo’s Godfather

Bölüm #4 – Mario Puzo’s Godfather

Gerekli Detay Bölüm #4

Bölümü dinlemek için tıklayın.

EMEA bölgesinin en çok dinlenen 889’uncu podcast’i Gerekli Detay’a hepiniz hoş geldiniz.

Herkese merhaba. Bölüm 4 ile tekrar bir aradayız. Bugün size reddedemeyeceğiniz bir teklif yapmak istiyorum. Hemen Spotify, Instagram ve Twitter’da Gerekli Detay’ı takip edin. gereklidetay.com’dan tüm bölümlerin metnine de ulaşabilirsiniz.

Reddettiniz değil mi bu teklifi? Tamam o zaman. Sıkıntı yok. İşimize bakalım.

Bugün Godfather filmiyle ilgili konuşacağız. Bölüm, çok ağır spoiler içeriyor. Filmi izlemediyseniz lütfen bu bölümü dinlemeyin. Çok ciddiyim. Gerçekten rezil olur film. Yapmayın yani bunu. Kitabı okumuş olmanız da önemli değil, çünkü doğrudan film ile ilgili konular da konuşacağız. Hani olur, bir hata yapıp filmi hâlâ izlememişsinizdir. Tamam, insanlık hâli. Affedilebilir bir şey. Ama filmden önce gelip bu bölümü dinlerseniz gerçekten olmaz. Çok ciddiyim bu konuda.

Önce oyunculardan ve filmle ilgili gerekli detaylardan bahsedeceğiz. Sonrasında, filmde beni etkileyen bazı noktaları paylaşacağım ve bitireceğiz.

Godfather ya da Türkçesiyle “Baba” diyoruz ama, orijinali aslında Mario Puzo’s The Godfather. Mario Puzo’nun romanından uyarlanmış bir film bu.

Kimler var kadroda. Vito Corleone rolünde Marlon Brando oynuyor. Vito’nun çocukları Michael (Al Pacino), Sonny (James Caan), Fredo (John Cazale), Connie (Talia Shire) ve tabii aynı kandan olmayan çocuğu Tom Hagen (Robert Duvall) var. Sağlam bir kadro gerçekten.

Francis Ford Coppola filmin yönetmeni. Paramount Pictures’tan çıkıyor film. Senaryo tabii ki romanın yazarı Mario Puzo’dan. Romanın senaryolaştırılması sürecinde Ford Coppola’nın da katkıları var.

Mario Puzo ile başlayalım. Sonra filme akalım. Mario Puzo, 15 Ekim 1920 doğumlu bir abimiz. İtalya’dan New York City’e göç ediyor ailesiyle birlikte. 2. Dünya Savaşı sürecinde Amerikan ordusunda görev alıyor. Savaş sonrasında New York City College’da eğitim görüyor ve mezun oluyor buradan. Birkaç kitap yazıyor. İyi eleştiriler de alıyor aslında. Ama kitaplar satmıyor bir türlü. Sonra diyor ki aga ben çok satan bir kitap yazacağım illa ki, görürsünüz. Godfather’ı yazıyor. 1969’da yayınlanıyor Godfather. 1972’de de Godfather filmi yayınlanıyor. Yine Mario Puzo’nun katkılarıyla ikinci ve üçüncü film de yayınlanıyor 1974 ve 1990 yıllarında.

Bu bölümde ilk filmi konuşacağız ama. Benim favorim. Diğer filmler de iyi ama bende böyle bir huy var. Seri filmlerinin ilkini daha çok seviyorum ben hep. Ama ikinci filmde Godfather’ın gençliğini oynayan Robert De Niro’nun ismini zikretmek istedim.

Paramount Pictures ile sürekli bir sürtüşme var film serisi boyunca. Zaten ne zaman bir yerden düzgün bir iş çıksa, arkaplanda hep bir sıkıntı oluyor. Ben bunu hiç sevemiyorum mesela. İnsanların bu detayı bilmesi gerekiyor bence. Mesela ben filmi izlerken açılışta Paramount animasyonunu görüyorum. “Aaa diyorum bu film de buradan çıkmış. Çok iyi işler yapıyorlar ya.” falan. Öyle mi ama işte? Arkada bir ton tantana çıkıyor. Yönetmen de bazı oyuncular da birkaç kez kovulma riskiyle karşı karşıya kalıyor. Al Pacino’yu bile 3 kez kovmaya çalışıyorlar düşünsenize.

Bunu neden anlatıyorum? Mesela okuduğum lisenin andaçında görmüştüm. Meşhur mezunlarımız arasında, saygıdeğer Attila İlhan vardı. Bize fırça atıyorlardı bazen işte şunun okuduğu sıralardasınız, bunun okuduğu sıralardasınız. Burası şöyle bir okul falan. Bazı hocalarım, çok sağ olsunlar, bizi ayıkmak için anlatıyordu bunları. Tamam, ellerine sağlık. Gerçekten çok kıymetli hocalarım vardı. Ama ne bileyim, sanki bazıları da sadece bizi dökmek için bunları anlatıyor gibi geliyordu. Üslup öyleydi yani. Sanki 75 yıldır burada ders veriyorsun da saydığın isimleri sen mezun etmişsin gibi. Neyin havasıysa? Neyse. Bir gün yine böyle bir hocam yükseldi. Attila İlhan’ın adını andı. “E iyi de hocam, adam birinci sınıftayken okuldan uzaklaştırılmış?” dedim. Hıkh kaldı böyle.

Bunun gibi şeyler işte. Paramount’u boş ver o yüzden. Kurumu bırakalım; filmde emeği geçen insanları konuşalım. Çok seviyorum çünkü o “credits” kısmında akan isimleri. Güzel iş çıkarmışlar, ellerine sağlık.

Filmin adı “Godfather” olsun deniliyor ama, yönetmen Francis Ford Coppola diyor ki arkadaş burada Puzo’nun çok emeği var. “Mario Puzo’s The Godfather” olsun. Bu yüzden filmin ilk karesinde bu var işte. Simsiyah zemin üzerinde, bu yazı karşılıyor bizi.

Filmin çekim süresiyle ilgili bazı rivayetler var. Açıkçası oturup detaylı bir araştırma yapmadım. 23 Mart – 24 Mayıs 1971 arasında, 62 günde çekildiği söyleniyor. 77 günde çekildiği de söyleniyor. Bilemiyorum. Ama işte 2-3 ay gibi bir sürede çekiliyor film.

Film baya ses getiriyor. Baya su bile getiriyor hatta. NBC’de yayınlanıyor 2 gece üst üste. Herkes toplanıp filmi izliyor, bitince de tuvalete koşup sifonu çekiyor. New York’ta bazı bölgelerde taşma sorunu yaşanıyor ciddi ciddi.

Tabii pek çok farklı rol için pek çok farklı isim düşünülüyor vs. Ama Baba, yani Vito Corleone rolü Marlon Brando’ya kalıyor. Filmde, Sicilya’nın Corleone kasabasından Amerika’ya göç eden bir çocuk. Doğum adı Vito Andolini. Amerika’ya geldiğinde, Corleone’dan geldiği için Vito Corleone oluyor adı. Corleone ailesi güçlenince de, ailenin reisi olarak Don Corleone oluyor.

Marlon Brando’nun bu karakterin görüntüsü ve sesinde ciddi etkisi var. Bu hafif sarkık dudaklı, çıkık çeneli görüntünün mimarı aslında Marlon Brando. Karakterin “bulldog” gibi görünmesini istediği için, seçmelere gelirken yanaklarına pamuk koyuyor. Aha diyorlar, süper. Filmin çekimlerinde de bir diş hekimi tarafından özel ağızlık yapılıyor. Onu takarak oynuyor Marlon Brando. Bir de Godfather’ın öldüğü sahne var. Torunuyla bahçede oynarken, dişlerine bir portakal kabuğu takıp torununu korkutuyor. Oyun amaçlı yani. Marlon Brando çocukken, annesi takma dişlerini çıkarıp komik yüz ifadeleri yaparmış Brando’yu güldürmek için. Brando’nun portakal kabuğunu dişine takıp torunuyla oynama olayı da buraya dayanıyor. Marlon Brando, 2004 yılında hayatını kaybediyor.

Don Corleone’un sesi var bir de işte, bahsetmiştik az önce. “Look how they massacred my boy.” Marlon Brando, Frank Costello’nun sesini duyuyor. Televizyonda yayınlanan bir duruşma sırasında. O sesi taklit ediyor Godfather’ı oynarken. Frank Costello da, New York ve New Jersey’de organize suçları elinde tutan 5 aileden birinin önde gelen isimlerinden.

Filmin genelinde, karanlık bir görüntü var. Yönetmen, ailenin içinde bulunduğu durumları ifade etmek için böyle kasvetli bir ortam yaratmak istemiş. Tabii ki tonla itiraz gelmiş, bildiğinden vaz geçmemiş. Şimdi sinemada sıklıkla kullanılan tekniklerden biri bu karanlık çekimler.

Film, Godfather’ın kızı Connie’nin düğünü ile başlıyor. İlk sahnede, Godfather kendi çalışma odasında ve insanların taleplerini dinliyor. Dışarıda, iri yarı bir abimiz var. Luca Brasi rolünü oynayan Lenny Montana. Lenny Montana, Marlon Brando ile bir projede ilk defa rol alıyor ve gerçekten geriliyor. Sonra yönetmen diyor ki çok güzel. Gergin ol. Bu gerginliği avantaja çeviriyorlar ve Godfather’ın huzuruna çıkmadan önce dışarıda kendi kendine konuşup, sözlerini prova ettiği bir sahne ekliyorlar. Biz de izlerken diyoruz ki “Yazık ya adama bak robot gibi konuşuyor nasıl da heyecanlı, kıyamam.”. Lenny Montana, 1992’de hayatını kaybediyor.

Düğüne, FBI ajanları geliyor. Otoparktaki araçların plakalarıını not alıyor. Tam bu noktada, Vito Corleone’un oğlu Santino “Sonny” Corleone sahneye çıkıyor. James Caan’ın canlandırdığı bu karakter; fevri yapısıyla ön plana çıkıyor.

FBI’ın bu tacizine sinirlenen Sonny, elemanlardan birinin elindeki fotoğraf makinesini alıp yere fırlatıyor bir anda. Sonra cüzdanından para çıkarıp yere atıyor. “Kırdım, parasını da ödedim al” şeklinde. İşte bu sahne, koca filmde paranın göründüğü tek sahne. Ve James Caan, burayı doğaçlama oynuyor. Karşısındaki aktörün şaşkınlığı, oldukça gerçek. Çünkü rol yapmıyor. Harbiden şaşırıyor.

Connie’nin kocası Carlo’yu, yani Gianni Russo’yu dövdüğü bir sahne var. Yakın çekimler kötü burada bence. Gerçekten vuruyormuş gibi görünmüyor. Ama oldukça karmaşık bir sahne orası. Ve yanlış hatırlamıyorsam, James Caan zaten bu film setinde birkaç kişiyi döverken hasar veriyor. Belki de bu yüzden dikkatli çekiliyor bu sahne, bilemiyorum. Sokağın ortasında Carlo’yu oradan oraya fırlatarak dövüyor. 4 gün sürüyor bu sahnenin çekimi. James Caan yine yapıyor numarasını. Çöp kutusunun kapağıyla Carlo’ya vurma sahnesi de doğaçlama. Bu dayak sahnesinin sonunda; Sonny, Carlo’ya tekme atıyor, Carlo yerdeyken. Bak yakala burayı şimdi, koy cebine.

Sonny’nin boş muhabbet kısmını doldurduğu “babbidi bubbidi” sesi var. Bizdeki “hebele hübele” ya da İngilizce’deki “bla bla” gibi düşünebiliriz bu ifadeyi. James Caan bunu Carmine Presico’dan duyuyor. Presico, bir gangster. James Caan’ın onu tanıdığı, hatta James Caan’ın role girmek için yeraltı dünyasından düşük profilli bazı tiplerle takıldığı bile söyleniyor.

Sonny suikasta uğruyor bir sahnede, öldürülüyor. Burayı tek seferde çekmiş yönetmen. Hatırlarsanız, ciddi sayıda mermi isabet ediyor Sonny’e. Burada; küçük, patlayıcı maytap benzeri bir şeyler kullanılıyor. Sağa solda açılan mermi delikleri, önceden hazırlanmış ve doldurulmuş. Çekim sırasında bunlar da patlatılıyor. Sonny’nin üstü başı kan içerisinde. O dönem için zor bir iş. Bu nedenle bir kere yapalım tam yapalım diyorlar. Alana, farklı açılarda kameralar yerleştiriyorlar ve çekimi tek seferde yapıyorlar.

Sonny öldürüldükten sonra, suikasti gerçekleştirenlerden biri geliyor yanına ve yerde yatan Sonny’nin suratına bir tekme atıyor. Dikkatli izleyici, Sonny’i kimin sattığını anlıyor burada zaten.

Johnny Fontane karakteri var bir de düğünde. Godfather’ın elinden tutup, kariyeri konusunda yardımcı olduğu vaftiz oğlu. Al Martino tarafından canlandırılıyor bu karakter. Johnny Fontane karakterinin Frank Sinatra’dan esinlenerek yazıdlığına dair genel bir kanı var fakat Mario Puzo bunu yalanlıyor. Hatta Sinatra bu duruma çok kızıyor, Puzo ile karşılaştığı bir restoranda bağrış çağrış falan olay oluyor. Bu nedenlerle Fontane’in sahneleri azaltılıyor hatta.

Johnny Fontane, Godfather’dan bir istekte bulunuyor. Ağlayıp sızlamaya başlayınca Godfather sinirleniyor. Marlon Brando, sürpriz bir tokat çıkarıyor orada. Ama bu tokat, senaryoda yok. Zaten Al Martino’nun yüzüne bakın o sahnede, gülsün mü ağlasın mı bilemiyor.

Marlon Brando, Al Martino’nun oyunculuğunu beğenmediği için değiştirilmesini istiyor. Al Martino gerçekten zorlanıyor sette. Bir türlü giremiyor o duygulara. O yüzden pek çok repliği yeniden yazılıyor. Ve dikkatli izlerseniz, sahnelerin çoğunluğunda sırtı dönük. Karşısındaki kişinin, onunla konuşan kişinin yüzünü görüyoruz sahnelerde. Al Martino, 2009 yılında hayatını kaybediyor.

Tabii bu talebin ardından, baya meşhur bir sahne geliyor. At kafası sahnesi. John Marley tarafından canlandırılan Jack Woltz karakteri var. Bir yapımcı, yönetmen. Hollywood’daki önemli isimlerden biri. Odasına girip, yatağına çok sevdiği atının kellesini bırakıyorlar. Bu sahnede, yatağın yakınlarında bir Oscar ödülü var. Bu ödül, Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola’nın daha önceki filmlerinden biri sayesinde kazandığı Oscar ödülü.

Provalarda, yapay bir at kafası kullanılıyor. Ancak John Marley’nin o sahnedeki korkusu gerçek. Çünkü bir köpek maması fabrikasına gidip, filmde gösterilen ata benzeyen bir atın kafasını alıp getiriyorlar sete. Gerçek at kafası. Film tarihine geçmiş bir sahne gerçekten de. John Marley, 1984 yılında hayatını kaybediyor.

Godfather’ın suikastına yataklık eden kişiyi öldürmeye giderken, Richard Castellano’nun canlandırdığı Clemenza karakterinin önemli bir sahnesi var. Yola çıkarken, Clemenza’nın eşi “tatlıyı unutma” diyor. “Tamam” deyip yola çıkıyorlar. Arabada şen şakrak giderken, Clemenza “kenara çek de bir ufak su dökelim” diyor ve Clemenza’nın adamı, Baba’ya suikast konusuna yardımcı olan kişiyi vuruyor.

Clemenza arabaya geri dönüyor ve yanındaki kişiye şunu söylüyor: “Leave the gun, take the cannoli.” Bu replik, Richard Castellano tarafından doğaçlama söyleniyor ve filmin en vurucu repliklerinden biri aslında. Cinayet işlenmiş. Araç orada, ceset orada. Cinayet aletini de bırak, boş ver. Tatlıyı al sen diyor adam. Öyle bir rahatlık. Yenge, yola çıkarken tatlıyı unutma demişti çünkü. Richard Castellano, 1988 yılında hayatını kaybediyor.

Connie var, Godfather’ın kızı. Eşinden şiddet görüyor. Talia Shire’ın canlandırdığı karakter. Filmin başındaki düğün, onun düğünü. Kocasıyla kavga ettiği bir sahnede, tabak çanak ne varsa kırıyor. O sahnede, ayakkabılarından biri ayağından çıkıyor. Bütün sahne tekrar çekilmesin, uğraşılmasın bununla diye, az önce kırıp döktüğü parçalardan dolayı ayağını kesme riskine rağmen oynamaya devam ediyor.

Tom Hagen var, ailenin consigliere’si. Avukat. Sonny, onu sokakta buluyor, eve getiriyor. Babası da, öz evladı gibi bağrına basıp yetiştiriyor onu. İşte ben bu adama özeniyorum arkadaşlar. Sakin, bilgili, kültürlü. İş insanı. Böyle tipler genelde tehlikeli olur ama Tom Hagen karakteri son derece sadık bir karakter. Robert Duvall tarafından canlandırılıyor karakter. Giyim kuşamından tut, hareketlerine, konuşmalarına kadar çok karizmatik bir karakter. Michael’ın kız arkadaşı, bir mektup getiriyor Tom’a. Tom sakince “Mektubu alırsam, Michael’ın yerini bildiğime dair bir delil olur.” diyor ve reddediyor. Bu kadar sakince “hayır” diyebilen bir insan olmak isterdim. “Kişisel bir mesele değil, bu bir iş.” vurgusu yapıyor sürekli. Olayı kişiselleştirmemek gerektiğini belirtiyor ısrarla. Babası vurulduğunda bile bunu söylüyor. Şimdi tamam, çok soğukkanlı ve ruhsuz bir yaklaşım belki ama, ailenin içinde bulunduğu durumu düşününce aslında olması gereken bu. Belki de iş hayatımda bu profesyonelliği bir türlü yakalayamadığım için sıkıntı yaşıyorumdur. Bunu sık sık düşünüyorum.

Tabii pek çok isim, Godfather filminde rol almayı deniyor. Bu isimlerden biri ilgimi çekti. O detayı da paylaşmak istedim. Bir arkadaş geliyor, Paulie ve Carlo rolleri için şansını deniyor. Carlo, Godfather’ın kızının eşi. Paulie de nispeten daha düşük profilli bir rol. İkisini de alamıyor. Sonra şansını yazarlıkta denemeye karar veriyor bu aktör. Kim bu? Sylvester Stallone. Rocky serisini yazıyor ve kendi oynuyor. Eşi Adrian’ı da, Godfather’ın kızı rolünü oynayan Talia Shire oynuyor. Gerekli bir detay.

Gelelim Michael Corleone’a. Al Pacino’nun canlandırdığı karakter. Baba’nın en küçük oğlu. Savaş kahramanı, okumuş bir arkadaş. Aile işlerine bulaşması istenmiyor ama el mahkum. Al Lettieri tarafından canlandırılan Türk lakaplı Sollozzo’yu ve Sterling Hayden tarafından canlandırılan polis McClusky’i öldürüyor. Al Lettieri 1975’de, Sterling Hayden 1986’da hayatını kaybediyor.

McClusky’den yediği bir yumruk var Michael’ın. Sonrasında bu çifte cinayet işleniyor. Bu arada 3 film boyunca, Michael Corleone bir daha asla kimseyi öldürmüyor. Şahsen öldürmüyor yani. Cinayetlerin ardından Sicilya’ya gönderiliyor. Sicilya’daki sahnelerde, sürekli olarak burnunu silmesinin sebebi bu. Sinüsleri zarar görüyor çünkü yumruktan sonra.

Hoşlandığı kız ile görüşmek için, kızın babasından icazet aldığı bir sahne var. Yanındaki elemanlardan biri, çeviri yapıyor İngilizce’den. Aslında bu sahnede Michael Sicilyaca konuşmalı. Ama akıcı konuşamıyor. Sahneyi değiştiriyorlar, birine çevirttiriyor.

Çok ilgimi çeken başka bir gerekli detay var. Godfather’ın kendisi, Sicilya’nın Corleone kasabasından geliyor Amerika’ya. Al Pacino’nun anneannesi ve dedesi de vakti zamanında Sicilya’nın Corleone kasabasından göç edip gelmişler Amerika’ya.

Ve tabii portakal var. Meşhur portakal. Portakal varsa ölünecek ya da bir silahlı saldırı var. Turuncu renk varsa bile bir ölüm ya da ölüme yakın deneyim var. Düğünde, Abe Vigoda tarafından canlandırılan Tessio karakteri, masadan bir portakal alıp hafifçe havaya fırlatıyor. Filmin sonunda ihanetinden dolayı öldürülüyor. Bu arada Abe Vigoda da 2016 yılında hayatını kaybediyor. Tom Hagen ile Jack Woltz’un yemek yediği sahnede, masada portakal var. Jack Woltz’un atı öldürülüyor. Vito Corleone, manavdan alışveriş yaparken portakal da alıyor, suikaste uğruyor. Sonny, Carlo’yu döverken, Carlo’nun üzerinde turuncu takım var. Sonrasında Sonny ölüyor. Don’ların toplantısında, önünde portakal olan tüm aile liderleri, Michael Corleone’un talimatıyla öldürülüyor. Vito Corleone, torunuyla bahçede vakit geçirirken, bir portakalı soyuyor ve kabuğunu dişine takıyor. Kalp krizi geçirip ölüyor.

Filmin açılış sahnesinde, Vito Corleone çalışma odasında demiştik. Kızının düğünü sırasında, insanların taleplerini dinliyor. Filmin kapanışında ise, oğlu Michael Corleone, babasının çalışma odasında. Çevresindeki insanlar “Don Corleone” şeklinde onu selamlıyor ve elini öpüyorlar.

Şimdi. Fun fact, trivia ya da adına her ne derseniz. Bunları internet’ten okudum. Filmde teyit ettim. Arada hatalar, şehir efsaneleri olabilir. Bu filmin yapımıyla ilgili yayınlanmış farklı eserler var. Oyuncuların ya da yönetmenin verdiği röportajlar var. Böyle bir bilgi birikimi var ortada. Hepsini farklı kaynaklardan teyit etmeye çalıştım elimden geldiğince. Ama dediğim gibi, %100 doğru diyemiyorum.

Gelelim neden bu kadar sevdiğime. Daha önceki bölümlerde dile getirdim. Ailem benim için çok önemli. Aile kavramı benim için çok önemli. Burada kesinlikle şey kafasında değilim. Hadi mafya olalım en güçlü aile biz olalım aileler savaşsın falan değil olay. Benim için zaten konu mafya değil burada. Aile hayatı.

Daha ilk sahnelerden, ailenin önemi vurgulanıyor. Düğün fotoğrafı çekilecek. Herkes bir arada. Baba soruyor, Michael nerede? Henüz gelmedi. Michael olmadan aile fotoğrafı çektiremeyiz diyor ve grup dağılıyor. Sonra Michael geliyor. Bir dakika diyor ve kız arkadaşının elinden tutup aile fotoğrafına getiriyor. O anda, diğer aile üyelerinin, özellikle Michael’ın annesinin, kıza bakıp gülümsemesi var. Şimdi belli ki bu fotoğraf çok önemli bir olay. Oğlan da bir kızı getiriyor kareye. Bitti. Aileye hoş geldin.

Herkesin aile hayatı, kendi bileceği iş. Acısını tatlısını herkes kendisi bilir. Ancak beni üzen ve tedirgin eden bazı noktalar var. Baştan belirteyim ve vurgulayayım. Genelleme yapmıyorum. Ancak çevremde bazı kişilerde hep şunu görüyorum. Bir aile hayatı isteniyor. Filmlerdeki aile hayatına özeniliyor. Hızlı ve Öfkeli’deki aile ortamına bile özeniyorlar. “We ride together, we die together” falan böyle anlata anlata bitiremiyorlar. Ama çok sudan sebeplerden dolayı aileleriyle papaz oluyorlar. Dostum öyle olmayacak bak. Senin iş hayatın da, ikili ilişkilerin de, aile yaşantın da, aşk hayatın da öyle Hollywood’un ya da Netflix’in bilmem neyin sana gösterdiği gibi olmayacak. “Ay ne güzel yolda bulmuşlar ailelerinin parçası olmuş” diyorsun, “Yaa inanmıyorum ne güzel laf söyledi bak nasıl elini taşın altına koyuyor ailesi için of of” diyorsun. Sonra “Babam bana 2016 model araba almış, ben 2020 istemiştim.” diyip adamın arkasından küfür ediyorsun. “Annem çok yoruyor yaaa.” diyorsun. Kendini tanıtırken “Adım şu, burada okuyorum, gerizekalı bir ablam ve moron bir kardeşim var” diye tanıtıyorsun aileni.

Yapma bence bunu işte. Herkesin aile hayatı güllük gülistanlık değil. Tabii ki problemler var. Ailede, akraba çevresinde sorunlu çok tip var. Travmalar var. Taciz tecavüz bile var ya. Sözüm bunlara değil. Bunlara zaten sessiz kalma, tepkini her türlü göster. Ben de destekliyorum. Sözüm, bir eli yağda bir eli balda olmasına rağmen hâlâ “senaryo aile hayatını” kovalamaya çalışan ve bunu elde edemediği için ailesini suçlayan şımarıklara. Vardı, yakın çevremde de vardı böyle birkaç tip. Koştular rüya alemine doğru, sonra kuyruklarına bakına bakına gittiler bir yerlere. Tatsız muhabbetler bunlar. Dünya senin etrafında dönmüyor ki.

Saygı kavramı çok vurgulanıyor filmde. Günden güne içinin boşaltıldığını düşündüğüm kavramlardan biri bu da. Saygı göstermeyi, yalakalıkla karıştıran insanlar var. Yapma işte, bu kadar mı yoksun kaldın analiz yeteneğinden?

İş var, profesyonellik var. Problem çözme var. Plan var, sabır var. Bunlar benim eksikliğini hissettiğim şeyler. Her şey böyle adım adım, ilmek ilmek işlenerek gidiyor. Bütün süreçlerde dikkat var. Herkes ayık olmak zorunda. Böyle pembe dizi esintisi değil bunlar ama. Hmm sen bana bunu yaptın demek ki şundan yaptın eüv eüv diye gitmiyor olaylar. Dümdüz bir olay örgüsü de yok. Tecrübelerle sabitlenmiş çıkarımlar var. Hayatta kalma çabası var. Bunlar hoşuma gidiyor benim.

Gelenekler var mesela. Vito Corleone vurulduktan sonra, bir yemek sahnesi var. Sonny, iş ile ilgili bir şeyler söylüyor. Kardeşi Connie, “Babam yemekte iş konuşmazdı” deyince, Connie’nin kocası çıkışıyor kadına. Sonny de kızıyor, yükseliyor bir. Orada, Morgana King tarafından canlandırılan anne Corleone oğluna dönüyor ve “Sen karışma” diyor. Şimdi şey düşünebilirsin. “Benim kızıma kocası laf söyleyecek ben de öylece bekleyecek miyim?” falan. Değil. Olay o değil, öyle bakma. Zaten kocayı dövüyorlar da öldürüyorlar da. Burada olay, ailece yenlen bir yemek. Ama o geniş ailenin içinde, başka bir aile daha var. Anne burada “karışma” derken, ne yeri ne de zamanı olduğunu vurgulamak istiyor aslında. Koca, lafa geri giriyor. Tam muhabbet devam edecekken Sonny diyor ki, “Biz yemekte iş konuşmayız.”. Bak işte bu tokat cevap. Bizim ailemiz var, geleneklerimiz var, kardeşimle evlisin, damat geldin bu eve. Tamam, annem uyardı. Karışmıyorum. Ama bizim aile yaşantımız bu. Masada iş konuşulmayacak. Birkaç dakika önce kendisi konuşuyor olsa bile, durumu tam tersine çeviriyorlar. Ve bu terse dönme durumu, kız kardeşi sayesinde oluyor. Anne, oğluna çarptı. Oğlan, kardeşinin kocasına çarptı. Konu kapandı. Lafı geçmişken onu da analım. Morgana King, 2018’de hayatını kaybediyor.

Aile üyelerinin kararları var, karakterleri var, ihanetleri var, aldıkları riskler var. Aslında bunlara bakınca, gerçekten sıkıntılı bir aile yaşantısı var ortada. Ancak bir şekilde bir arada kalmayı başarıyorlar. Bunu da, bireysel olarak değil, aile kavramını korumaya çalışarak yapıyorlar zaten. Aileye verilen değere ve karakter yapısına göre, insanların kaderi belirleniyor. Baba, kızım sana söylüyorum gelinim sen anla mantığıyla, “Ailesiyle vakit geçirmeyen erkek, erkek değildir.” diyor. Oğlu Sonny’e bakıyor bunu söylerken. Sonny, eşini aldatıyor çünkü.

Michael’ın, evin en küçük çocuğu olarak ailenin yükünü sırtlama çabası var. Her şeyden vaz geçip, bambaşka bir hayata ani bir geçiş yapıyor. Sıranın kendisinde olduğunu fark ediyor. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyor. Babasıyla konuştuğu bir sahne var. Babası üzülüyor Michael’ın düştüğü durum için. Bu işlere bulaşmasını hiç istemiyordu çünkü. “Senin için hep farklı bir hayat istedim. Ama yeterince zaman yoktu.” diyor. Çok dramatik bir sahne. Bir baba, hayat tecrübesini almış. En küçük çocuğu için daha farklı bir şeyler yapması gerektiğini biliyor. O çocukta, bu farklı yola gidebilecek altyapı olduğunu da biliyor. Ancak istediği zemini, idealindeki zemini hazırlayamıyor çocuğuna. Çocuk da bundan vaz geçmiş zaten. Boş ver onu diyor.

Sonuç olarak; bu seriden, özellikle hayat mücadalesi noktasında çok şey öğrenebileceğimizi düşünüyorum. Kendi içinde; gerek senaryoda, gerek yapımda, gerekse oyuncularda farklı küçük hikayeler barındıran bir yapı bu. Senede en az bir kere izlerim. Mümkün mertebe detayları yakalamaya çalışırım. Kullanılan kelimelerden tutun da, atılan adımlara kadar, bir yerlerinden ders çıkarmaya çalışırım. Özeniyor muyum böyle bir dünyaya? Hayır tabii ki. Dediğim gibi, kapağa değil, içeriğe bakmak lazım bazen. Hani Bölüm 2’de, Formula 1’i konuşurken “20 araba vır vır dönmüyor işte” demiştim ya. Onun gibi düşünün.

Vakit ayırıp dinlediğiniz için çok teşekkür ederim. Te salut, Don Corleone.

Bir Cevap Yazın