Bölüm #6 – Taso Mafyası

Bölüm #6 – Taso Mafyası

Gerekli Detay Bölüm #6

Bölümü dinlemek için tıklayın.

EMEA bölgesinin en çok dinlenen 889’uncu podcast’i Gerekli Detay’a hepiniz hoş geldiniz.

Bölüm 6’ya hoş geldiniz. Bölüm 6 ya, düşünsenize. Birlikte çıktığımız yolda şu geldiğimiz noktaya bakın. Sıfırıncı bölüm daha dün gibi aklımda. Çünkü geçen aydı. Kandırmayalım kendimizi. 1 ay oldu daha başlayalı. 850 saat konuşmanın sonunda sadece 1 ay mı geçti gerçekten? Sadece 1 kere mi maaş aldık yani? Çok tatsız değil mi?

Hep şey düşünüyorum. Benim maaşı 30’a bölseler, işe gittiğim her günün akşamında zarfın içinde verseler o günün parasını çok daha tatlı olur gibi. Ama yurtdışındaki maaşları düşününce Kibar Feyzo’ya dönerim ben de. “300”, “300”, “100”. Ağam benimki niye 100? Onlar sendikalı, ben de Harran’lıyam gibi.

Ekonomi konuşalım madem ya. Spotify’da bir listem var, “Anıları Çağıran Şarkılar”. Yaşı 35 – 50 aralığında olanlar sever bak. Sibel Alaş, Harun Kolçak, Soner Arıca, Ferda Anıl Yarkın, Mustafa Sandal falan var. Arayıp bulamazsanız bir de Ali Sezişli diye arama yapın, birleşik. Türkçe karakter yok. Çıkar illa ki. Instagram sayfasında da öne çıkan hikayelerde paylaşırım. Öne çıkan hikaye, bak. İsme bak. Başka hikayelerim de var ama geç onları der gibi.

Neyse niye bunu anlatıyorum şimdi? Nostalji yapacağız çünkü. Çocukluğumdan itibaren kafamdaki ekonomik yapıyı konuşacağız. O yüzden.

Ekonomi olayı nasıl başladı bende, dükkanda başladı. Abilerim ve babam; alüminyum doğrama, panjur işi yapıyordu. Çoğunlukla şehir dışında, yazlık bölgelerdeydi müşterilerimiz. Hazırlığı yapıyorlardı dükkanda. Sonra götürüp takıyorlardı. Annem de dükkanı temizliyordu. Gelecek haftanın işleri belliyse, yapabildiğimiz kadarını birlikte yapıyorduk falan. Oluk fitilliyorduk, panjur diziyorduk. Family business işte. Evde, dükkanla en az alakası olan da benim bu arada. Kaytarıyordum sürekli. İlkokul yıllarımda hayalim panjurcu olmaktı ama. Sonra tabii ki her 8 – 12 yaş arasındaki “hepsi 5” öğrenci gibi ben de bilim insanı olmaya karar verdim. Astronot falan ya da. Ama vaz geçtim bunlardan da. Astronotluk mesela. Cumartesi – pazarı olmayan bir iş. Tuvalete gitsen haberleri oluyor. Şaka kaldıran bir ortam da değil mesela, yoğun bir çalışma ortamı var. Hani telsizden desem ki “Houston we got a problem.”, ortalık ayağa kalkar “Ne oldu ne var?” diye. “Sakin olun çocuklar, yere damlattım az bir şey.” desem bir ton tantana. Biri de dönüp demez ki “Oğlum yere düşmemesi lazımdı, harbiden bir problem var.”. Yok yani, inan bak sırf bu nedenlerle astronot olmaktan vaz geçtim.

Hurda topluyordum dükkanda. Plastik ve demirler benim. Alüminyumlar annemin oluyordu. Perçin çivilerini topluyordum falan. Bir gün tezgahın altına bir baktım, servet yatıyor. Ama nasıl servet. Biraz daha birikse, kapısında Kerberos nöbet tutar. Öyle bir yığın. Toplayamadım tabii bunları. Kolum yetişmedi. Sopa, süpürge falan kâr etmeyince dedim bir dakika. Burası bir mühendislik firması. Gülme şimdi mühendislik firması deyince. Görüyorum bugünkü genç mühendis kardeşlerimi. Yazılım, bilgisayar falan okuyanlardan bahsediyorum. Ayrı eve çıkar çıkmaz ilk iş IKEA sehpasıyla selfie atıyorlar. 4 milim matkapla 10-11 anahtarı getir desem bakar kalır ama. Çakallar sizi.

Neyse. Tezgah altı ekonomiye hükmetmek için elime bir sopa aldım. Arşimet hesabı. Ucuna ufak bir mıknatıs taktım. Topladım tezgahın altındaki ganimeti. O ay işler çok güzeldi. Sri Lanka’da tatile çıkacaktım neredeyse. Küçükken ansiklopedilerde, atlaslarda falan böyle garip isimli ülkeler çok ilgimi çekerdi. Venezuela, Zambiya, Papua Yeni Gine falan.

Tabii bu faaliyetlerin yanında da farklı ekonomik dinamikler var çevrede. Gazoz kapağı. Yaşanılan muhite göre, kapaklar değişiyor. Sandviççiye yakın oturan çocuk, sürekli Coca Cola ya da Pepsi kapaklarıyla geliyor. Nispeten piize müsait bölgelerde oturan çocuklar, çoğunlukla Efes ve Tuborg kapaklarıyla geziyor. Bende karma bir yapı var. Sepet kur yapmıştım. Ama işte, bizim ruhsuzlar gece gündüz oynuyordu. Gözümün kestiği 3-4 kişiyle oynuyordum genelde. Yutuyordum bunları. Bazen challenger’lar geliyordu mahalleye. Çuvalla geziyorlar böyle. Dizler, dirsekler simsiyah. Ghetto’nun çocuğu, belli. Ama işte, posta arabası gibi yüklü gelmiş adam. Yolalım bunu diyorsun. Bazen biz tokatlıyoruz, bazen bizi silkeliyorlar, gidiyorlar. Baktım, stabil bir ekonomi yok. Riskli bir iş yani. Ya çok kazanıyorsun, ya çok kaybediyorsun. Bunu belirleyen ne? Baş. Bildiğin baş. Sol başı vuramıyordum ben. Baş, sağ tarafta ise biraz daha şansım var. Herkes büyük oynayıp başı hedefliyor. Gereksiz mesela. Ben %60 – %70’lik mesafeyi vurmaya çalışırdım. Bilmeyenler için söyleyeyim. Kapakları yan yana diziyoruz. Diyelim 10’ar tane. Elimizde bir taş var. Eldeş ya da eldeşlik diyorlar buna. Mermer olacak mümkünse. Önemli bir bileşen çünkü. Sürekli yuttuğun çocuk bir gün eldeşini değiştirip gelirse ondan korkacaksın. Yeni item almış çünkü. Hiç belli olmaz. Önce izlemek lazım neler yapabiliyor diye. Neyse işte. Önceden belirlenmiş çizginin arkasından atıyorsun, kapakları vurmaya çalışıyorsun. Diyelim ki, baş sağ taraf olarak belirlendi. En sağdakini vuran, tamamını alır yerdekilerin. Diyelim ortadan vurdun, vurduğun ve onun solundaki her şeyi alıyorsun. Başın olayı bu. Vegas’ta poker masası izler gibi izliyordum ben önce. Uygun zamanda giriyordum. Vurup çıkıyordum.

Şimdi bu ekonomide gelişmenin iki yolu var. Ya oyuncu olacaksın ya da oynatan olacaksın. Da işte, gazoz kapağında oynayan da oynatan da aynı aslında. O yüzden ne yaptım? Alternatif bir yol buldum kendime. Tokatladığım çocuklar deliriyordu mesela “Oha ya nasıl? Yeter, sürekli vuruyorsun kapakları.” diye. Kardeşim olay tamamen eldeşte diyordum. Al bu taşla oyna, kazanırsın diyordum. Gazoz kapağı karşılığında taş satıyordum.

Baktım çok alıcısı olmuyor. Dedim bu işin kaynağına inmem lazım. Bakkalları, büfeleri bağladım kendime. “Abi kapak çıkarsa ayır tamam mı?” falan. Akşama doğru mekanları gezip topluyordum kapakları. Sıfır, tertemiz gazoz kapağı. Bir de bayram ziyaretleri var. Onları iyi değerlendirmek lazımdı. O yaşlarda, evden en çok uzaklaşabildiğin zamanlar çünkü. Diyelim ki bizim civarda Kula soda satılıyor. Bütün kapaklar böyle. Misafirliğe gidilen yerde bir bakıyorum. Bakkalın önünde Uludağ dolabı var. Topluyorum Uludağ kapaklarını oradan. Sonra mahalleye getirip 10 Kula’ya bir Uludağ satıyorum falan. Genco zeytinyağı gibi işte, ithalat yapıyorum Sicilya’dan. Böyle böyle yaptık bir şeyler. TOKİ’ye gireyim dedim o dönemde, kabul etmediler peşinat olarak. Baktım boş iş, yine mahalledeki hurdacıya sattım kapakları. Paramı aldım, çıktım o sektörden.

Kağıt işine girdim. Sporcu kağıdı. Futbolcuların stat’larının falan yazılı olduğu kartlar vardı. Bunlarla oynuyorduk. Kapalı kartları tek tek açıyorsun yere. Kartların üzerinde bir numara var. Son numarası aynı denk gelince, kazanıyorsun. Nasıl diyeyim işte. Sen attın 15, rakibin attı 7, attın 23, karşındaki attı 35, sen attın 95. Tak, sen kazandın. Büyük risk. Her kart açıldığında gerilim artıyor. Ben çok çocuk gördüm, sırf bu oyunu oynarken kendi kendine hafız oldu.

Ama işte, burada da oynayıp kazanmak yeterli değil. Çünkü birileri bir çakallık yaptı. Standardın dışında kart üretti. Uzun kağıt. Daha dikdörtgen. Daha detaylı bilgiler var oyuncuyla ilgili. Bu kartlar piyasada dönmüyor ama, çok kıymetli. Bunları satın almaya da paramız yetmiyor. Rağbet var ya şimdi, kıymetli oldu bunlar. Burada da bir bug bulduk. Sütaş ya da SEK’in süt şişelerini topladık, depozitolu bunlar. Yalan olmasın, 2 şişeye birkaç kartlık paketi alabiliyorduk. Bakkala cam verip kağıt alıyorduk. Ama sürdürülebilir bir iş olmadı. Bir noktadan sonra bu da baydı.

Sonra uzakdoğudan yeni dostlarımız geldi. Bizi yeni bir maddeyle tanıştırdı. Bu sefer metal ya da kağıt falan değil. Plastik. Pokemon geldi. Tasolarıyla beraber geldi. Yıkıldı ortalık. Abimle oynuyordum bazen. Yutuyordu beni. Ağlayıp zırlayıp duruyordum evde falan, deliriyordum.

Pokemon, sadece tasoyla gelmedi. Yanına yine Pokemon kartları çıkardı herkes. Sakız alıyorsun, paketten kart çıkıyor. Bütün mahalle sakıza başladık. 73 sakızı tıkıyoruz ağzımıza böyle. Çünkü karta para verecek kadar enayi değiliz anladın mı? Sakızı çiğnemek istiyor canımız. O yüzden alıyoruz. Yersen.

Kağıt işi pek tutmadı. Oradan hevesimizi almışız zaten. Ama tasolar yıktı dağıttı ortalığı. Herkes ortaya koyacağı tasoları belirliyor. 3’üne oynuyoruz diyelim. Tüm oyuncular 3’er tane koyar ortaya. Bu sefer üst üste diziyoruz ama, yan yana değil. Sonra yazı – tura benzeri bir mantıkla, “tas mı res mi?” diyip atış yapıyoruz. Taso yazan yer tas, Pokemon’un olduğu resimli yer res. Şimdi üst üste kapalı dizilen tasolara, eldeş tasonla vuracaksın. Resimli yüzünü çevirdiğin tüm tasolar senin oluyor. Kalabalık oynanmaz bak bu oyun. İlk 1-2 oyuncu, parsayı toplar çünkü. Bir de katılımcı sayısı arttıkça, yerdeki pay da artıyor. Yükseldikçe, çevirmek daha kolay falan. En fazla 4 kişiyle oynayacaksın. Tabii tek kalan tasolara sabaha kadar vuruyorsun. Dönmüyor. Yapışıyor yere. Böyle durumlar için “çıt var mı?” ya da “alttan zıplatma var mı?” gibi kuralları önceden belirlemek gerekiyor.

Bir oyuncu, bu kurallara itiraz ediyorsa, kaçacaksın ondan. Çünkü o ruhsuz, bütün gün oynayıp tekleri de çevirebilir hâle gelmiş. Dağıtır bizi. Onunla aynı masaya oturmayacaksın. Bazı çocuklar, tıpkı tenisteki gibi, belirli zeminlerde uzmanlaşmış. Mesela adam sadece evinin önündeki merdivende oynuyor. Başka hiçbir yerde oynamaz. Fayans uzmanları var. Toprak zemin uzmanları var. Yeni kaldırım veya eski kaldırım uzmanları var. Zemin çok önemli burada. Özellikle seni kendi base’ine davet edenler varsa, ondan çekineceksin. O zaten havaya girmiş bir kere. Pokemondaki eğitmenlerden biri olmuş. Gidip mekanında yenmen gerekiyor onu. Kendi base’ine davet etmesinin temelde 2 sebebi var. Birincisi zemin. O çocuğu ikna edip başka bir yerde oynatabilirsen net kazanırsın. Garanti ganimet. Ama ikinci bir sebep daha var. Annesi. Bu çocuk çok tehlikeli oluyor işte. Kaybedeceğini anladığı anda ağlamaya başlıyor. Annesi geliyor. “Aaa olur mu canım öyle şey arkadaşsınız siz bırakın bakayım onları.” diyor. Bütün yuttukların yalan oluyor. Ama eleman kazanıyorsa, aynı anne gelip “Olsun olsun, başka zaman da siz kazanırsınız, oyun bu.” diyor. Tezgaha bak. Yer miyiz? Yemeyiz. O yüzden base sahibi çocuklardan uzak durmak lazım.

Şimdi böyle büyük yutma ve yutulma olayları yaygınlaşınca, kimse kimseyle oynamaz oldu. Herkes tasoları yastık altına yatırdı. Ben de mikro ekonomiye döndüm. Teke tek oynamaya başladım. Kaçına oynuyoruz? 2’sine. 2’şerden 4 taso. Başla, vur. He kazandın. Şimdi bir 2 daha. Ben başladım. Oldu, olmadı. Fark etmez. Yine 2’sine oynuyoruz, 3. tur. Rakibim başlıyor. Bitti o el de. Geldik mi dördüncü tura? Geldik. İlk kim vuracak? Ben. “Hacı ya böyle 2’şer 2’şer sıkıcı oluyor. Gel 8’er tane koyalım.” diyorum. Tamam diyor. Gözleri parlıyor falan. Oğlum yerde 16 taso var. Eyfel Kulesi gibi dikmişsin önüme. E sıra bende. Bir vuruyorum. Alıyorum. Hadi diyorum bir daha. Yok, geç kaldım, annem kızar. Toparlanıp gidiyor eleman karşımdan.

Bu kaynak da kurudu bir süre sonra. Sonra rica minnet tezgahını kurdum. Elemanı kafalıyorum. Gel diyorum yuttuklarımın bir kısmını geri vereyim. 3 kişi oynayacağız bundan sonra. İkimiz ortağız, üçüncüyü silkeleyeceğiz. Tamam diyor. Böyle böyle geziyoruz etrafta. Müsait ortakları topluyorum yanıma. Kuruyoruz teşkilatı. Toparlayıp çıkıyoruz.

Ama işte bu sektörlerin hiçbirinde büyük oyuncu olamadım ben. Çünkü diyorum ya, millet deli gibi oynuyor. Benim bir de Atari kariyerim var. Yeterince vakit ayıramıyorum sokaktaki ekonomiye. Bu arada Atari Atari diyoruz ama, çakma Nintendo o aslında. Ayrıca Atari de değil, Ateri. Şirinyer pazarından alıyorsun. 9 milyon oyunlu kaset çıkıyor paketten. İçinde sadece 15 farklı oyun var, diğerlerinin hepsi aynı oyun ya da oyunun farklı modları falan. Bununla ilgili ayrı bir bölüm gelecek bu arada. Sonuç olarak street king olamadım ben. Gerek ekibin yetersizliği, gerekse yeterince it dalaşına girememe durumundan dolayı, o rolleri başkaları kaptı.

Ben de ekibi güçlendirme kararı aldım. Sıkıntılı çocukları buluyordum. İşte büyük oynamış, hepsini kaybetmiş. Hayat dersi almış. Ya da karneyi görünce anne baba kızmış. Tasoları atmış falan. Tamam diyordum. Gel sana kredi açayım. Veriyordum 10 – 15 tane taso. Git diyordum bunlarla oyna. Ne yutarsan yarısı benim. 2 – 3 gün sonra getiriyordu. 15 + kârdan pay. Temiz iş. Akarı yok, kokarı yok. Taksi plakası işletir gibi taso işletiyordum ben de o zamanlar. Yerel bir taso mafyası kurmuştum. Şeyi fark ettim. Bazıları çok getiriyor, bazıları az getiriyor. Dedim çalıyorlar mı acaba kârdan, hayırdır? Tahsilatları toplu yapmaya başladım. Bütün partner’ları bir araya getirip bayi toplantısı yapıyordum. Prim yöntemine gittim. Atıyorum bir çocuk 30 tane yutmuş gelmiş. Diğerleri 20’de kalmış. 20 yutanlara diyordum ki size bu sefer 10’ar tane vercem. 30 getirene diyordum ki sana da 10, ama 30’un tamamını verme. 25 ver. Headstart sağlıyordum ona. Personel daha özenli çalışmaya başladı o günden sonra.

Sonra farklı kurlar girdi piyasaya. Digimon tasosu, Beyblade tasosu falan. Tadı tuzu kalmadı işin. Neticede adına taso diyoruz ama şekil şemal çok farklı. Ebatlar farklı. Bilmediğimiz bir sektör. Girmedik o işlere. Tadında bıraktık çıktık taso sektöründen de.

Şeyde de çok ısrar oldu. Meşe. Yaygın adlarıyla misket, bilye, cicoz, cız. Bizim orada meşe onun adı. Gevrek değil, meşe. Çok yetkinlik kazanamadığım bir alandı. Küçük, risksiz yatırımlar yaparak ilerledik o noktada. Ama o pazarda önemli bir oyuncu olmadık. Eğlence amaçlı bir sektördü bizim için.

2003 yılında, orta 1’deyken bilgisayar alındı bana. 8. sınıfta da internet ile tanıştım. Dedim tamam ya buldum ben. Atari kariyerim meyvelerini verdi. Ben bu aletten ekmek yerim dedim. Şükür hâlâ kazanıyorum.

Ben böyle kütüphaneye falan gidip, ansiklopedilerden alıntılar yaparak ödev yapan biriydim. Bazen de, geçmiş yıllardaki ders kitaplarını bulurdum. Bizim bugün, daha doğrusu o gün kullandığımız kitapta olmayan şeyler yazabiliyor bu eski kitaplarda. Ya da farklı cümleler var falan. Öyle bir şey bulunca, zaten ganimet. Sarıl ona, bütün sene idare eder seni. Neyse dedim ya bilgisayar alındı diye. Yazıcı falan da alındı. Kütüphanedeki kitapları işaretliyorum. Fotokopiyi çektiriyorum kırtasiyeden. Bütün dokümanları topluyorum. Evde cayır cayır bir ödev yazıyorum. Tertemiz.

Bu da bize yeni bir pazar açtı. Dönem ödevi. Hocaları tanıyorum. Öğrencileri de tanıyorum. “Sana kaçlık ödev lazım?” diyorum. 70 istersen ücret bu. 80 istersen bu. 100’lük ödev en pahalı paket. Kapak tasarımı ücretsiz bu pakette. %10 hata payı var ama onun. Minimum 90 alırsın yani. 89 alırsan ücret iadesi yapıyorum. Tabii ki hiçbir zaman böyle bir şeye gerek kalmadı. Bazısı ucuza kaçıyordu. Sen 70’lik yap ya hoca zaten 70 vermez daha fazla verir diyordu. Ben de o hocanın nefret ettiği şeyleri ödeve ekliyordum. Mesela sosyalci, kaynak olarak “google” yazanları defalarca uyarıyordu. O ödeve, kaynak kısmına google yazıp veriyordum çocuğa. Okumuyordu bile çocuk. Ama hoca okuyordu işte. Çat, 70. O da zorla 70 he. Öyle abi. İşine geliyorsa. Telli dosya, şeffaf dosya, kapak, renkli kapak, görselli kapak vs. Bunların hepsi hizmet paketleri kapsamında. Müşteri memnuniyeti, öncelikli hedefimiz. Kaç istiyorum dersen, o kadarlık ödev yapıyorum. İlk dönem, sample ödevler dağıttım eşe dosta. İkinci dönem baktım herkes sıra olmuş önümde. Bazıları, son günlere yakın öğreniyordu beni. Onlara deluxe paket satıyordum. Yarısını peşin verirsen ödev yarın elinde, korkacak bir şey yok sen rahat ol falan. Verimli bir yıl oldu benim için. Müşteri yorumları çok olumluydu. Gartner’ın en yaratıcı 50 şirketi arasına girdim o sene.

  1. sınıf da benzer şekilde geçti. Arada öğretmenler odasına çağırıp oradaki bilgisayarla ilgili bir şeyler soruyorlardı. Word’den çok ekmek yedim ben. O görseli koyunca her şey kayıyor falan ya. O olayı çözdüm ben. Öğretmenler odasına her gittiğimde kuru pasta, çay falan. Nakit çalışmıyorduk orada. O piyasa biraz sıkıntılı. Karın tokluğunun yanında biraz da saygınlık kasıp çıkıyorduk müşterinin yanından.

Sene sonuna doğru işler açılıyordu. Hani zaten dersler bitti, sınavlar bitti. Bir hoca geliyor. Beni o bitmek tükenmek bilmeyen boş ders silsilesinden alıyor. Oturup onun yıl sonu için gerekli kağıt kürek işlerini yapıyordum bilgisayarda. Bu durum pek çok avantaj getiriyor tabii. Mesela beden eğitimi dersinde voleybol mu oynanacak? Hayır işte. Basketbol topunu alabiliyorum ben. Ya da evi aratıyordum. Babam gelip son 2 ders alabiliyordu beni bazen. Böyle işlere yarıyordu. Açık çek. Kullanabiliyorsun zamanı geldiğince. Godfather’ın mantığı işte aslında bu. Bugün sana yardım ederim. Bir gün – ki o gün hiç gelmeyebilir – hizmetlerinden faydalanacağım şeklinde kurmuştum tezgahımı.

Sonra 8. sınıf. Şirketimin altın çağı. Internet var abi artık. Flash oyun mu ararsın, MP3 mü ararsın? Ne istiyorsun söyle. Sürekli bir CD satışı dönemimiz başladı. CD’yi dayıoğlu alıp geitiryordu Alsancak’tan. Ucuza alıyordu. CD’den de kazanıyordum, içindekilerden de. Tornavida, yan keski, matkap gitti. Ares, LimeWire, uTorrent gibi araçlar geldi elime. Dönem ödevlerinde yeni bir çağ başladı. Videolar, müzikler falan. Öğlen yemeğine bile para vermiyorum artık. Sonra dükkanı kapatmak zorunda kaldım ama. Çünkü her güzel şeyin bir sonu var. Sınıfı geçtim çünkü. Liseli oldum.

Ortaokul yıllarında kafama takılmış bir şey var. Internet’ten para kazanmak. Böyle ben evde oturayım, arkada birileri para akıtsın. Çünkü bu dönem ödevi olayının sonu gelecek, belli. Nitekim öyle oldu. Lisede etrafıma baktım. Mümkün değil, bu iş burada yapılmaz.

Saadet zincirlerini buldum. Komşulara git, çorap sat falan diyorlar. Tırt. Şu kadar üye getir, bu kadar reklama tıkla diyorlar. Tırt. Gitmiyor o işler bir türlü. Zaten 18 yaşın altıdayım. Olmuyor.

Video izleyerek puan kazanacağım, kazandığım puanları bir alışveriş sitesinde harcayabileceğim bir sistem buldum. Videolar da böyle hep ürün reklamları. Ben izlerken, benim yeğenler var Büşra ile Ömer. Selam gönderelim hemen. Sırtımı kaşıyorum şu an, evet abi. Aynen abi. Mutfak kavgası. Ve son olarak töööö diyorum onlara. Anlar benim kardeşlerim. Onlar da takılıyordu yanımda. Dedim ben niye uğraşıyorum? Gelin dedim size öğreteyim bunu. Siz videoları izleyin. Ben size abur cubur haricinde nakit ödeme de yapayım. Daha ilkokul çağlarındalar. Neticede ben de yeğenlerimi kazıklayacak değilim. Çerçeveyi belirledik. Canları sıkıldıkça gelip puan kazanıyorlardı. Bir hesabı 3 kişi döndürüyorduk. Ben muhtemelen kazandığımın 5 katını falan yedim çocuklarla beraber. Keyifliydi ama bak işte bir anımız oldu. Bir barfiks demiri alacak kadar puan biriktirdik yeğenlerle. Internet’ten kazandığım ilk para oldu o. Lise 2’deydim sanırım. Sene 2007. 15 yıldır ekmek yiyorum bilgisayardan. O demiri, evin antresine astım. 15 sene asılı kaldı orada. Bu sene indirildi ki ben son 4 yıldır ayrı evde yaşıyorum zaten.

O dönemde MTV’nin sitesinde takılıyordum bir de. Forumlarında falan. Çok güzel bir ortamdı. İnsanlarla müzik konuşuyorduk. Profilimiz vardı bilmem ne. Okuldaki sırayı baştan aşağı dinlediğim kişilerin, grupların adıyla doldurmuştum. Gangsta gangsta takılıyorduk o dönem. Sıranın fotoğrafına tonla yorum, beğeni falan geliyordu. Güzel bir siteydi. Kapatıldı ama sonra. MTV çekildi Türkiye’den falan bir şeyler oldu.

O sitede gezdikçe, sol üstten bir MTV parası düşüyordu bazen. Topluyordum onu. Böyle 3 bin tane birikince MTV tişörtü, 2 bine şapka, bin taneye bileklik falan hediye ediyorlardı. 150 taneye, Gloria Jean’s kahve kuponu veriyorlardı. Bak kahve kuponu diyorum. Yok çünkü birader yok. Ortada kahveci falan yok. Buca’dan Alsancak’a gideceksin, Gloria Jean’s bulacaksın da içeceksin falan. Ne zamanlardı ya valla.

Burası bir etkinlik düzenledi. Michael Jackson King of Pop Turkish Collection albümü çıkardı. Türkiye’deki MTV kullanıcılarına özel bir albüm. İçinde hangi şarkıların olacağına, o topluluk karar verdi. En çok istenen şarkılar, albümde yer aldı. Burada, kendi istediklerini gönderiyorsun ya hani. Velev ki gerçekten yazdığın tüm şarkılar, en çok istenen şarkılar oldu. Senin söylediğin her şarkı, albümde var. Albümü sana hediye ediyorlar. Benim yazdığım şarkıların %80’i falan vardı albümde. %100 olmadığı için albümü alamadık. Ama 5 bin puan biriktirene de albümü hediye edeceklerdi.

Ben bu siteden 3-4 tane tişört, 2-3 tane şapka, Michael Jackson’ın özel albümü, kahve kuponu, bileklik falan ne varsa aldım. Sonra, paraya tıklanınca captcha sormaya başladılar. Hani orada gördüğün karakterleri gireceksin. Parayı öyle alacaksın. Dedim tamam, geçmiş olsun. Burası da kurudu.

Türkiye’nin lider torrent sitelerinden birinde yayıncılığa başladım ben. Sitenin internet radyosunda yayın yapıyordum. 2 yerel radyodan iş teklifi aldım. Dedim abi ben daha çocuğum, olmaz. Şaşırdılar falan. Sonra site kapatıldı yasal sebeplerden dolayı. Ben de kendi internet radyomu açtım. Okuldakiler dinliyor sadece. MSN’den istek şarkı alıyorum. Kim, kime açılmak istiyorsa benim üzerimden VPN yapıyor. Abi şu şarkıyı çal, şundan şuna de. Bunu derken araya süslü bir şeyler ekle falan. Tamam diyorum. Sonra eleman, radyonun linkini hoşlandığı kıza atıyor. Ya şunu bir dinle 2 dakika falan. Yapıyorum orada şovumu. Ertesi gün öğlen yemeği bedavaya geliyor. Marka vardı bizim kantinde. Her gün sıra oluyordu millet önünde. Arkadaş yiyebileceğin 2-3 çeşit şey var zaten değil mi? Al şunu sabahtan, hatta haftanın başından. Koy markaları cebine. Git, sıra beklemeden yemeğini al. Ben bu radyo işi sayesinde onu bile yapmamaya başlamıştım hatta. Ama yok. İlla her gün öğlen sıraya giriyordu bazı tipler. “Çok sıra var ya” diye ağlıyor bir de. Sıra olur tabi sen böyle yaparsan.

Yaş 18 oldu. Direkt Google AdSense. Kafaya koymuşum çünkü, para kazanacağım oradan. O zamanlar kurduğum web sitelerine, Google’dan reklam aldım. 20 küsur dolar biriktirdim. 1-2 macro, program falan yazmıştım. Takır takır gidiyordu. Yemediler tabii. Banlandım sonra. Parayı da alamadım tabii ki. 18 olur olmaz üye oldum. 2 ay geçmeden banlandım. 12 sene banlı kaldım Google’da. Şimdi alisezisli.com.tr’de AdSense reklamları var yine. Ayda 1 lira falan kazanıyorum. Temiz para ama bu sefer. Öyle macro, program falan yok.

Ha ne oldu? Yazdığım makrolar başka platformlarda işe yaradı. 1 kez ödeme aldım reklam gelirlerinden. Baktım astarı yüzünü geçiyor. Uğraştığına değmez. Bıraktım orayı da.

Üniversiteye geldik. Yemek karşılığı ödev, proje işleri devam etti az da olsa. 1-2 yere web sitesi falan yaptık. Dönüp bakıyorum da, leş gibi işlermiş gerçekten. Ama o zaman için elimden gelenin en iyisiydi cidden. Layığıyla yapmaya çalışıyordum. Okulun uzaktan eğitim dersleriyle ilgilenen bir biriminde, yarı zamanlı olarak çalıştım falan. Üniversite bitti. İki yüksek lisansa başladım. Baktım akademisyen falan olamayacağım. Soğudum da zaten o süreçten. Yüksek lisans yaparken, bir özel okulda öğretmenliğe başlamıştım. Orada devam ettim. Askere gittim. Yüksekleri bıraktım. Sonra baktım bir şekilde Linux’çu olmaya çalışıyorum. Öyle öyle geldik bu zamana işte.

Belki esnaf çocuğu olduğum içindir, sürekli bir sıcak para akışı arayışı oldu bende. Babamın sabit bir geliri yoktu çünkü. Kışın doğru düzgün iş çıkmazdı mesela. Kimse evinde inşaat istemezdi kış aylarında. Yazın da yoğunluk olurdu. Babam takvimi hep dolu tutmaya çalışırdı. Hep bir optimizasyon çabası vardı. Abilerimle beraber sabahın köründe yola çıkıp, leş gibi otellerde falan kalırlardı az masraf olsun diye. Bazen günübirlik giderlerdi şehir dışına. Sabah falan değil, baya gece karanlığında yola çıkarlardı. Gün içerisinde işi yetiştirip, aynı günün akşamında geri dönerlerdi. Babamla KPSS konusunda çok tartışırdık. Sabit maaşlı bir memur olmamı isterdi. Nerede olursa olsun, fark etmez. Ben hep karşı çıkardım. Hak veriyorum ama adama şimdi. O kadar boğazı doyurmak için sürekli yeni bir iş bağlamak zorunda. Bunu birkaç hafta yapamazsa, çark dönmeyecek çünkü. Ay sonunda gidip maaşını çekmek nasıl bir şey bilmiyor ki işte. O rahatlığa sahip olmamı istiyordu belli ki. Annem de sağ olsun, paranın nasıl harcanması gerektiğine dair oturup kitap yazabilecek bir kadın gerçekten. Dükkanda iş olsa da olmasa da doyabiliyorduk biz. Ne zaman nereden kısılır, gereksinimler nasıl önceliklendirilir, uzun vadede nasıl birikim yapılabilir falan hepsi onda. Ev hanımlığı diye bir meslek oluyormuş gerçekten de. Annem bunu çok iyi yaptı. Onların sayesinde ben de kendi başıma bir şeyler yapabilir duruma geldim işte.

Şanslıyım bu noktada. Kafaya bir şey koymuştum. O çakma Atari’yi oynarken, tuşa başınca ekranda bir şeylerin değişmesi olayı ilgimi çekmişti. Ben de bulduğum her ekranın karşısında tuşa bastım. Fırının saatini ayarladım. Çamaşır makinesini kullanmayı öğrendim. Televizyonda UHF kanal taraması yaptım. Bugün de ekran karşısında tuşlara basıyordum. Bu bölümü hazırlarken de aynısını yaptım. Yıllardır ekran karşısında tuşa basıyorum. Gün geçtikçe, hangi tuşlara hangi sırayla basmam gerektiğini daha iyi öğreniyorum.

Dinlediğiniz için teşekkür ederim. Kendinize dikkat edin ve asla arka mahallenin çocuklarıyla taso oynamayın. Gelecek bölümlerde görüşmek üzere. Hoşça kalın.

Şu ana kadar 1 yorum

Bölüm #10 – 999999 in 1 – Gerekli Detay Yayın tarihi20:45 - 12 Ağustos 2022

[…] 10’a hepiniz hoş geldiniz. Bölüm 6’da eski oyunlarla ilgili bir bölüm gelecek demiştim. Bölüm 8’de de Darude’un ve […]

Bir Cevap Yazın